
of.ozankaya@isnet.net.tr
Çaydanlığın Kokusunda Bir Ömür: 65 Yılın Türkçesi ve Mücadelesi
18 Nisan 2025 15:24:03
Çaydanlığın Kokusunda Bir Ömür: 65 Yılın Türkçesi ve Mücadelesi
Dil, bir pencere değil; dil, aynı zamanda sıcak bir yuvadır. Türkçenin her cümlesi bir kapıyı açar, her deyim bir serin bahçe gibi içime ferahlık saçar.
Ankara’nın tozlu sokaklarında doğan bir masal gibi başladı bu öykü. Çankaya İlkokulu’nun bahçesinde, Şehit Ersan Caddesi’nde koştururken, karaçamların gölgesinde saklambaç oynardık. Bir yandan ortaokul sıralarında paylaştığımız heyecanlı fısıltılar sıcacık dostluklar örerken, bir yandan da Çankaya Lisesi’nin koridorlarında ve Cinnah ile Hoşdere Caddesi’nde “Yaşasın Tam Bağımsız Demokratik Türkiye ve Gün Doğdu Hep Uyandık!” diye haykıran devrimci marşlar ve sloganlar yankılanırdı.
Henüz on yaşındayken, evimizin eski radyosundan yükselen Aşık Mahzuni Şerif’in “Ağıt”ına kulak kesilir, Zeki Müren’in mikrofon başındaki nağmeli tınısına hayran kalırdım. “Bir demet yasemen, ellerimde solarken…” diyordu o eşsiz sesiyle. Esmeray’ın o ağır aksak hüzünlü sesi “Yaralıyım” derken, yüreğimde kalkışan fırtınaları önce dizginler, sonra da “Uzun ince bir yol”a adım adım yürürdüm. Aşık Mahzuni şöyle seslenirdi bir başka türküsünde: “Yedin beni felek yedin, ah ettikçe duman gibi.”
Her sabah, evimizin küçük çaydanlığından yükselen buharla uyanırdık. Bizi , okula uğurlarken “Allah zihin açıklığı versin,” derdi annem, kelimeleri ağır ağır seçerek. Annem bir “Bektaşi- Dede” kızı olduğu için çok güzel deyişler söylerdi ve sesi çok güzeldi. Her zaman beni ve kardeşlerimi çok derinden etkilerdi her deyişi söylemesinde. Çaydanlığın tıslaması, evin en eski detayıydı; semaver sesi değil, o incecik çaydanlığın minik kulpunun tüm ritmi belirlerdi. Babam ise semtimize gelen birkaç televizyondan biri olan televizyonumuzdan, eli titreyerek sorumluydu: Siyah-beyaz ekranın “klik” sesiyle açılan dünya, meyve tepsisindeki karpuz dilimlerini, ilk defa izlediğimiz filmleri bizim için bir mucizeye dönüştürürdü. Babamın o “ilk”leri—televizyonu almak, yazın taptaze meyve getirmek, belki de hayatın küçük mutluluklarına nasıl tutunacağımızı göstermek—hep hafızamda saklıdır.
İlk on sekiz yılımı Türklüğün derin kültürüyle yoğurdum: mahlepli sahnelerde çiçek gibi açan türküler, üç sesli oyun havaları, Anadolu’nun dört bir yanından derlenmiş ağıtlar… Her türkünün içinde ayrı bir köyün hikâyesi var: Toroslar’ın çağıldayan dereleri, Doğu’nun sarp dağları, Sivas’ın acıları ve neşesi, Ege’nin ufuksuz mavisi… Ve her melodide, bir annenin, bir ninenin ellerinde demlenen sıcak çay kadar şefkat saklıydı.
Lise yıllarında devrimci mücadelelerin coşkusuna kapıldım. Hakkı, eşitliği, özgürlüğü koruyan seslerin peşine takıldım; her marşta, her şiirde diri kaldım. O yılların karanlık gecelerinde konser vermeyen grupların ezgileri bize umut olur, ev ve dernek toplantılarındaki fısıltılar elimize birer meşale tutardı. 65 yaşımda hâlâ o meşaleyi elimden düşürmedim; çünkü mücadele bir yaşam biçimidir ve her dönemeçte Türkçenin güçlü sözcükleriyle direnç buldum.
Sonra Batı Avrupa’da 46 yıl süren uzun bir göç yolculuğu başladı. Danimarka’nın dingin Kopenhag limanından ayak basarken, Norveç’in soğuk fiyortlarından geçerken, Fransızcanın sokak isimlerinde yürürken, İngilizce tabelalar altında dururken… Hepsi ayrı bir dünya, hepsi ayrı bir okuldur. Joan Baez’in “We Shall Overcome” ezgisiyle Amerikan hak mücadelesine tanıklık ederken, Jacques Brel’in Bastille Meydanı’nda kovduğu hüznü anlamaya çalıştım. Frank Sinatra’nın “My Way”i, Billie Holiday’in karanlığa karşı inatçı sesi, her yabancı şarkı birer pusula oldu; ama internasyonal marşlardan döndüğümde, en etkilisi benim için Türkçenin ezgisiydi.
Ülkeden uzakta yaşamak, özlemi büyütür. Televizyonda rastladığım eski Türk dizileri, kulaklıkta çalan Zeki Müren’in o nağmeli ses tonu, annemin tek bir deyişi bile beni çocukluğumun Ankara’sına götürürdü. “Gesi bağları, döndüm dolandım” türküsünde, oradaki toprakların kokusunu içime çeker, bir an için kendimi Çankaya’nın, Kavaklıdere’nin o kalabalık sokaklarında hissederdim.
Dil, bir pencere değil; dil, aynı zamanda sıcak bir yuvadır. Türkçenin her cümlesi bir kapıyı açar, her deyim bir serin bahçe gibi içime ferahlık saçar. Danca’da düşünürken daha dingin, Norveççe’de içimdeki buzullarla buluşur, Fransızca’da inceliklere dokunur, İngilizce’de ufukları genişletirim. Fakat ruhumu en çok okşayan, beni en derinden sarmalayan daima Türkçe oldu. Çünkü Türkçe, hem yüreğimin dilidir hem de hayatımın melodisidir.
Bu uzun ömrü, hemşerim şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şu dizeleriyle taçlandırmak isterim:
Acıyı Bal Eyledik
“bak şu bebelerin güzelliğine
kaşı destan
gözü destan
elleri kan içinde
kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni
damda birlikte yatmışız
öküzü hoşça tutmuşuz
koyun değil şu dağlarda
san kendimizi gütmüşüz
hor baktık mı karıncaya
kırdık mı kanadını serçenin
vurduk mu karacanın yavrulusunu
ya nasıl kıyarız insana”
“sen olmasan öldürmek ne
çürümek ne zindanlarda
özlem ne ayrılık ne
yokluk ne yoksulluk ne
ilenmek ne dilenmek ne
işsiz güçsüz dolanmak ne
gün gün ile barışmalı
kardeş kardeş duruşmalı
koklaşmalı söyleşmeli
korka korka yaşamak ne
kahrolasın demiyorum
kahrolma da
gör beni”
“kanadık toprak olduk
çekildik bayrak olduk
döküldük yaprak olduk
geldik bugüne
ekmeği bol eyledik
acıyı bal eyledik
sıratı yol eyledik
geldik bugüne
ekilir ekin geliriz
ezilir un geliriz
bir gider bin geliriz
beni vurmak kurtuluş mu
kör olsanı demiyorum
kör olma da
gör beni”
Bu mısralar, omuzumdaki yükü hafifleten bir ilham, içimdeki ateşi canlı tutan bir fenerdir. 65 yıllık serüvenimde Türkçe, her zaman en sağlam liman, en sıcak yuvadır. Dil demek, memleket demek; dil demek ezgi, dans ve ritim demek… Ve ben, ömrümün sonuna dek bu melodinin misafiriyim.
Ve bu ömrün tam ortasında, hep dimdik bir isim durur:
Mustafa Kemal Atatürk.
O, yalnızca bir önder değil;
O, içimdeki adaletin, özgürlüğün ve ilerlemenin adı.
Onun fikirleriyle büyüdüm, onun devrimleriyle yürüdüm,
“Yurtta barış, dünyada barış” diyen o ses,
her fırtınada içime serin bir yel gibi değdi.
Ne zaman kararsız kalsam,
o mavi gözlerde buldum yönümü.
Ben, Atatürk’ten asla vazgeçmem;
çünkü onun izinde olmak,
yalnız geçmişi değil, geleceği de omuzlamaktır.
Bu 65 yılda çok mücadele arkadaşım, çok dostum, çok da düşmanım oldu. Hayat böyle işte; biri eksik olmuyor. Belki de bu kısa yazı, ömrümün her durağını, her izi tek tek anlatmaya yetmez. Ama kalbimde yeri ayrı olan dostlarıma, yolumu paylaşan arkadaşlarıma, kardeşlerime ve eşlerine , yeğenlerime ve çocuklarıma, toprağını hâlâ içimde taşıdığım köylülerime selam ediyorum. Hepinizin yüreğinde bir yerim olduysa, bilin ki siz de benim yüreğimde yer ettiniz.
Sefa YÜRÜKEL
2025, Norveç
BES
